UMUT - Ebru Dişiaçık
Güneş, Şahinler sokağına pırıltısını yansıtmış, ağaçlar ılık ılık esen rüzgarın sesiyle kıpırdıyordu. Bir tarafta top peşinde koşturan erkek çocukları, bir tarafta kendi aralarında grup kurarak ip atlayan kız çocukları... Kaldırım kenarlarında örgü ören yaşlı teyzeler... Kimi gelininden şikayetçi, kimi ise oğlundan. Kimi ise öylesine yorgun öylesine bıkkın ki anlatmaya mecali yok. Tükenmiş bir hal ile iki kelime dökülüyor dudaklarından " Adı batasıca "...
Herkesin bir hikayesi vardı elbette. Kendi yolculuğunu ve kendi serüvenini anlattığı.
Zehra Hancı tahliye olup mahallesine döndü döneli ne perdesi aralanmış, ne de sesini duyan olmuştu. Yıllar önce, üstünde yama gibi duran iftiranın bedelini ödemek için girmişti hapishaneye. Her şeyden uzak tam on yıl. Dile kolay! " Bu da bir şey mi! " der gibi bakardı gözleri her daim. Müebbet yiyenleri düşünürdü besbelli. On yılın her günü, her saati çivi gibi çakılmıştı yüreğinin tam orta yerine... Hatıraları yüzündeki ince çizgilerde gizliydi. Bir adı hüzün, diğer adı ise umut olan...
Üç gün olmuştu tahliye olalı. On yıl boyunca yatağının kenarında durup yarenlik ettiği baba yadigarı bavulu ile dönmüştü...
Bir yabancı gibi girmişti kendi evine. Herşey son bıraktığı haliyle yerli yerinde duruyordu. Her evin kendine has bir kokusu olurdu. Oysa ki tüm duyuları resti çekmiş gibiydi Zehra Hancı'nın. Ahşap sandalyenin ucuna eğreti bir biçimde oturup kalmıştı.
Gökyüzüne, havaya, güneşe hasretti oysa ki. Tüm nefes alıp verişlerini parmaklıklar ardında bırakmış gibi hissediyordu.
Nasıl da yabancıydı bir zamanlar şen kahkahalarını savurduğu bu eve! Komidinin üstündeki resmine takıldı yorgun gözleri. Uzun uzun seyretti çerçevenin içinde bulunan kendisini. Ayağa kalkarak holdeki boy aynasının önünde durdu. Kendini izledi. Aynada beliren yaşlı bir kadındı. Saçları gelişi güzel arkadan bağlanmış ve hafif kırlaşmıştı. Gözlerinin altında koyu halkalar oluşmuştu. Dudakları kuru ve çatlaktı. Sevmemişti bu kadını...
Aynı soğukkanlılıkla ahşap sandalyenin yine ucuna oturdu. Bir zamanlar kahkahalarını çınlattığı bu evde şimdi iğreti gibi duruyordu. Oysa nasıl da muhtaçtı evinin kokusuna... Geçip giden yılların alıp götürdüklerine... İçten bir selama... Karşılık beklemeden verilen tatlı bir tebessüme...
Parmaklıklar arkasında geçen yıllar yüreğini katılaştırmıştı. Özlemlerini zihninde canlandırdığında dahi, dudakları kımıldamıyordu. Canı birden çay istedi. Hapishanede alışmıştı katran karası çayları arka arkaya devirmeye.
Çayları Zeliş demlerdi. Koğuşun en genciydi Zeliş. Bilirdi Zehra ablasının gönlünü yakıp kavuran acıyı. Su bardağında hazırlardı çayını. Hiç sıcak su katmadan sırf demle getirirdi elinde tepsiyle. Koğuşun en taze neşesiydi Zeliş. Her sabah söylediği Rumeli türküleriyle biraz olsun gönülleri ferahlatırdı. Yarası büyüktü elbet. Dikerdi bazen gözünü sabit bir noktaya, saatlerce ağzını bıçak açmazdı.
Zehra Hancı dalıp giden nemli gözlerini eliyle silerek oturduğu sandalyeden kalkarak mutfağa doğru ilerledi ağır ve ürkek adımlarla. Dolap üstlerinde örümcek ağları öbek öbek yer yapmıştı. Mantosunu üstüne giyindi ve dışarı çıktı. Sokağın başında bulunan markete girdi. Yıllar önce burası tuhafiyeciydi. El değiştirmiş olması onu biraz olsun rahatlatmıştı. Hatırlanmak onu ürkütüyordu. Bir paket çay ve toz şeker alarak dükkandan ayrıldı. Marketle evinin arasında olan yol işlek bir cadde olmuştu. Hızlı adımlarla evine doğru yürüdü.
Çay ve şeker paketini mutfak tezgahının üstüne bıraktı. Mantosunu çıkartıp yatak odasına girdi. Duvarlar resimlerle kaplıydı. Her bir karesi geçmişten izler taşıyan resimler. Yatağın ucuna usulca oturdu. Titreyen elini dakikalarca yatağın üzerinde gezdirdikten sonra, sigaradan hırıltılaşmış sesi ile " Değdimi ha! Değdi mi" diyerek hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Bir tarafta yüreğini yakıp kavuran hasret, diğer tarafta aynı koğuşu, aynı kaderi paylaştıkları tam sekiz kadın. Sekiz ayrı yürek sancısı. Sekiz ayrı hikaye.
Ayağa kalkarak kendini toparladı ve mutfağa giderek çay demledi. Çayın mutfağı saran kokusu ve dumanı ile evine bir soluk gelmişti. Seviyordu çayın bu birleştirici halini. Büyükçe bir su bardağına doldurdu çayın demini. Oturma odasına geçti ve pencere kenarına oturdu. Nasıl da özlemişti çayın sıcaklığı avuç içlerini okşarken gelip geçen insanları seyretmeyi...
Dalgın bakan gözleri sulanmış, maziyi hatırlamıştı. Nasıl unutabilirdi ki! Burnunu çeke çeke bardağında kalan çayı bir dikişte bitirdi. Hava almaya ihtiyacı vardı.
Mantosunu giyerek dışarı çıktı. Yolun sağındaki kaldırıma geçerek yavaş yavaş yürümeye başladı.
Hava epeyce soğuktu. Ayazın yüzüne çarpması ile kendine gelmişti. Çocuk parkına gelerek banka oturdu. Yüzünde yerleşik olan belli belirsiz gülümsemeyle, oynayan çocukları seyretti. Gözleri yine dalıp gitti uzaklara. Omzuna dokunulan el ile aniden sıçradı. İstem dışı bir hareketle yana doğru kaydı.
- Zehra! Zehra Hancı!
Bir süre sessizce bakıştıktan sonra kadın banka oturdu.
- Tanımadın mı beni? Ne kadar değişsen de tanıdım seni. Ah bahtsızım benim!
Bir hışımla kollarını açarak sıkı sıkı sarıldı. Zehra Hancı kıpırdamadan öylece duruyordu. Kollarını arkadan kavuşturup kavuşturmamak arasında kalmıştı. Kadın, bedeninden ayrılarak hararetli konuşmasına devam etti.
- O kör olasıca senden sonra hiç uğramadı. Ama aldık haberlerini. Seninkine yar olamamış. Eee yuvayı dağıtanın yuvası olur mu hiç? Sahi, sen ne zaman çıktın içerden?
Zor. Senin için çok zor. Bu geçen yılların bedeli nasıl ödenecek? Şu haline bir bak! On yıl değil, yirmi yıl yaşlanmışsın. Kolay mı hiç cezaevinde gün geçirmek! Pek bahtsızmışsın.
Kadın konuştukça, Zehra Hancı susmaya devam ediyordu. Damlalar göz çukurlarına yerleşmiş akmamamak için direniyorlardı. Nefessiz kaldığını hissettiği
an göz bebekleri büyüdü, hırıltılı sesler çıkarmaya başladı. Kadının ani bağırışı bir anda ortalığı çınlatmıştı.
- Yardım edin! Kadın ölüyor. Yardım edin dostlar! Ah zavallı kadın! Ah bahtsız kadın! Yedi bitirdiler seni. Ay ölüyor valla!
Diyerek hem söyleniyor, hem de çantasından çıkardığı suyu içirmeye çalışıyordu. Kalabalık toplanmış, kimisi kollarına kolonya sürüyor,
kimisi mantosunu çıkartıp rahatlatmaya çalışıyordu.
- Ah sağolun dostlar. Allah razı olsun. Çok çekmiş garip. Ceza evinden çıktı. Kadının ömrünü yediler. Aaahh ahh!
Zehra Hancı kendine gelince tek kelime etmeden koşarak uzaklaştı. "Dışarı çıkmak hataydı" diye geçirdi içinden. Sokağın başına gelene dek hızla koştu. Nefes nefese kalmıştı. Herşey birbirine karışmıştı zihninde. Kendini güçsüz hissediyordu. Apartman kapısına geldiğinde daha fazla yürüyecek gücü
kalmamıştı. Merdiven basamaklarına yığıldı kaldı.
Kendine geldiğinde dalgın gözlerle etrafına bakındı. İki eli ile başını tuttu. Korkunç bir ağrı saplanmıştı. Evinde olduğunu fark edince rahatladı. Dokunmaya kıyamadığı yatağının üstünde olduğunu görünce bir hışımla kalktı. Perdeler sonuna kadar açılmış, içerisi sızan güneş ile aydınlanmıştı. Üstünde neredeyse hafızasından silinmiş olan pembe geceliği vardı. Ürkek adımlarla odadan çıkıp içeri doğru ilerledi. Yeni demlenmiş taze çay kokusu burnunu sızlatmıştı. Odanın ortasına masa konmuş, üzerine birkaç kahvaltılık yerleştirilmişti. Her yer pırıl pırıldı. Ev sanki yıllar öncesine dönmüş ve kendisini "merhaba" ile karşılıyordu.
Mutfaktan gelen çatal kaşık seslerine yanık bir türkü eşlik ediyordu.
"Ne ağlarsın benim zülfü siyahlım!
Bu da gelir bu da geçer ağlama!
Dertlere erişti feryadın ahın!
Bu da gelir bu da geçer ağlama! "
Gözleri buğulanmış bir şekilde divanın üzerine kıvrıldı. Mazi içini deşmeye devam ettikçe nasıl yol alabilirdi ki!
Odayı ansızın kuşatan coşku dolu ses ile irkildi ve başını çevirdi.
- Haydi bakalım! Çayımız ve kızarmış ekmeklerimiz hazır. Buyur!
Karşısında susmak bilmeyen patavatsız eski komşusunu görünce ne yapacağını bilemedi. Kendisine elini uzatacağını, peşini bırakmayacağını hayal bile edemezdi. Ruhuna yapışan en bildiği şeyi tekrarladı ve sustu....
- E hadi ama! diye tekrarladı...
Sandalyeye oturur oturmaz, tabağına küçük bir parça peynir, birkaç zeytin koydu. Kızarmış ekmek dilimine yağ sürüp uzattı. Zehra Hancı şaşkın bir şekilde
onu seyrediyordu. O ise, ardı arkası kesilmeden konuşuyordu.
- Aahh anacığım böyle susmakla olmaz! Bak biraz uyudun, pembeleri giydin gözüne fer, yüzüne renk geldi. Hadi doyur şu karnını da miden azcık bayram etsin! Bir yerlerden tutunmayı bileceksin! Yoksa ölür gidersin bak buralarda! Dua okuyanın olmaz!
Bu kadının ulu orta konuşmalarına ister istemez gülümsedi. Gülümsemesine kendi de şaşırmıştı ve ağzını eli ile kapattı.
- Ha şöyle! Gülümse biraz. Sen çok çektin Zehra! Tüm bunlara inat gülümsemelisin. Ben çok konuşurum. Dilimin de ayarı yoktur. Kitabın ortasından konuşurum.
Kadın konuştukça konuşuyor, Zehra Hancı susuyor ve gülümsemelerine engel olamıyordu. Dudaklarını iyiden iyiye serbest bırakmıştı. O şekilde saatler geçti. Kadın ortalığı toparladıktan sonra, kırk yıllık ahbabıymış gibi yanaklarından öperek evden ayrıldı.
İşte yine yalnızdı. Pembe saten geceliği ile odanın ortasında bir başınaydı. Bu kadar gülmeyeli çok uzun zaman olmuştu. Ev yine eskisi gibi kokuyordu. Sıcak ve samimi. O gün geceliğini üstünden hiç çıkartmadı. Perdelerini kapamadı. Koltuğuna oturdu ve eline bir fincan kahve aldı.
Unuttuğu ve yüzüne bir o kadar da yakıştığını düşündüğü gülümsemesi ile uzaklara daldı.
Ne yaşanırsa yaşansın nefes almak her şeye değerdi!